Efsane Mustafakemalpaşa yazısı

mustafakemalpaşa nev-i şahsına münhasır bursa'nın güzide ilçesi.

yıllar önce ekşi'de okuyup çok etkilendiğim fistifaynın katkılarıyla arz ederim efenim.

Mustafakemalpaşa’da Sokak Köpekleri Uyutulacak mı? Mustafakemalpaşa’da Sokak Köpekleri Uyutulacak mı?

küçük bir kasaba olan mustafakemalpaşa’nın girişinde, kasabayı ana yola bağlayan bir-iki kilometre uzunluğunda bir yol bulunur. burası kasabanın bir kaç giriş-çıkışından en çok kullanılanıdır. seneler önce yapılmış gayet güzel bir yoldur. bu yolun hikâyesi çok ilginçtir ve özellikle kemalpaşa gençliği üzerinde belirleyici bazı etkileri vardır. öncelerde tek şeritli ve oldukça dar olan bir yol vardı burada ve bisikletle gezmek çok tehlikeli ama eğlenceliydi. sonra bu yeni yolun inşasına başlandı. ama çok uzun sürdü inşaat işlemi. bu dönemde kasabanın veletleri bisikletleriyle bu sefer, bu inşaat alanında gezmeye ve aralarında yarışmaya başladılar. bütün gün bi uçtan öbürüne pedal çevirip durulurdu. ayrıca hemen yan taraftaki tarlalardan, inşaattan rahatsız oldukları için dağılan tarla fareleri etrafta cirit atardı. bazı cani ruhlular da aralarında bir yarış düzenlerlerdi. adı "gidiş-dönüş sırasında en çok fareyi kim ezecek" olan bu yarış yüzünden yolun her tarafı birkaç gün içinde yüzlerce "dümdüz" fare ölüsüyle kaplanmıştı. neyse ki inşaat bitti ama binlerce zavallı fare öldü. yolun inşasından sonra da bisiklet turları devam etti. bu veletler büyüyünce de bu sefer babalarının altlarına çektikleri arabalarla bu yolda turlamaya başladılar. bisiklet yerine arabanın gelmesi haricinde değişen hiçbir şey olmadı. hatta bu öyle bir gelenek halini aldı ki, evden çıkan bir kemalpaşalı ve arabalı genç istikameti aslında tam ters yönde olsa da ilk önce bu yolda bir tur atarak gideceği yere gitme huyunu benimsedi. sanki çok gerekliymiş gibi bu yolda bir ileriye bir geriye gezinip benzin yakan gençler türedi. arada yarış yapanlar da oldu. yani bu yol "bağdat caddesi" tadında bir yere döndü bir nevi. (neyse ki orda yaşanan iğrenç kazalar tenhalığı nedeniyle burada yaşanmadı) bu yol zaman içerisinde gelişerek yeni misyonlar da yüklendi. mesela belediye sağ şeridin hemen yanına kırmızı koşu kumu dökerek bu kısmı bir koşu parkuru yaptı. kasabalılar burada sabah erkenden ve akşam serinde koşmaya, spor yapmaya başladılar. çok da iyi oldu. ama bu insanlar tabii ki orta yaş üstü kişilerden oluşan gruplardı. gençler biraz evvel de anlattığım gibi babalarının aldığı arabayla (yine koşanların hızına eşit bir hızda) yaptıkları sporu tercih ediyorlardı. bir süre sonra kasabanın arabalı akşamcıları bu yola dadandılar. bu öyle bir hal aldı ki gece yol kenarına park edip demlenen bir sürü insan türedi. çoğu adam gibi içkisini içip eve dönerken, küçük bir kısım işi öyle bir eğlenceye döktü ki yol kenarında halay çekip oynayanlar bile görüldü bazı geceler. bu içki âlemlerini önce polis engellemeye çalıştı, olmadı. sonra jandarma da işe dâhil oldu yine olmadı. bu sefer belediye yol kenarlarına küçük beton mantarlardan döşedi. bu biraz etkili oldu ama bunlardan bazıları kısa sürede sökülüp bir arabanın girebileceği kadar aralıklar açıldı. işte bu yolun hemen girişinde sağda kasaba merkezinden buraya taşınmış yeni mustafakemalpaşa garajı bulunur. bu garajın hikâyesi çok gariptir. garajdan sonra yüz-metrelerce yol almanıza rağmen sadece yarım bırakılmış bazı inşaatlar görürsünüz. (bu evlerin inşaatı yarım bırakılmıştır çünkü altındaki toprak parçası yola doğru kaymaktadır) kasabanın girişine yakın bir yerde solda küçük bir fabrika olan “aysan” göze çarpar. küçük olmasına rağmen çok iyi bir fabrikadır ve çalışkan insanlar tarafından işletilir. yalnız yoğurtlarının kapağını açmaya çalışmak tam bir işkencedir. (bir de kasabanın diğer girişinde bu fabrikanın da ortağı olduğu bir benzinlik vardır ve belki de bu türkiye’deki tek "aysan" [ayran sanayi] adındaki benzinliktir) bu fabrikadan biraz sonra, yolun sağ tarafında bulunan delfino kafe özelikle yaz aylarında herkesin uğrak yeridir. bu mekân bu önemli özelliği ile tarihçesine değinilmeyi fazlasıyla hak eder. ilk açıldığı günlerde kasaba merkezinden ve yerleşim yerinden uzak olması nedeniyle uzun süre sinek avlamıştır. bu dönemlerde delfino kafe o yolu yürümeyi göze alan kişilerden oluşan çekirdek bir müşteri kadrosu oluşturmuştur. kafenin sahibi bülent abi'nin iyi kişiliği de onları oraya bağlamış ve uzaklığına rağmen bir "ortak buluşma mekânı" haline gelmesini sağlamıştır. bu ilk günlerdeki çekirdek kadro bir elin parmakları kadar insandan oluşmaktadır. onlar geniş mekânda rahat rahat oturup sakin sakin sohbet ederken burayı daha keşfetmemiş olan kemalpaşa halkı "çağlayan" denen garip çay bahçesinde (burası da ayrı bi hikâyedir) ya da "park pastanesi"nde (buradan da o kadar malzeme çıkar ki aklınız durur) sıkış tepiş oturmaktadır. bu şekilde geçen ilk günler esnasında aslında "delfino" diye yeni bir yer açıldığı da kulaktan kulağa kasabada dolaşmaktadır ama alışkanlıklarından vazgeçmekten çekinen kasaba halkının buraya kadar yürümeye tenezzül etmemesi müşteri sayısının artmasını engellemektedir. tabii bunda az önce sözünü ettiğimiz "çekirdek kadronun", "ulan geniş geniş oturuyoruz, şimdi bu mekânı bir sürü kemalpaşalıyla doldurmanın ne manası var be" diye düşünmesi ve kasaba merkezinde delfino lafı geçtiğinde "haaa orasımı, biz gittik be, hiç güzel bir yer değil" demesinin de payı vardır. ama yine de, bazı meraklı insanlar arada gelip ortamı koklarlar. bu sayede müşteri sayısı biraz daha artar. ama ilk dönemlerdeki asıl müşteri artışı buranın hemen karşısına bir yüksek okulun açılması ve öğrencilerinin buraya takılmaya başlaması ile yaşanır. çünkü bilindiği gibi üniversite demek kız demektir. bu da kemalpaşa’da yeni ve alışılmadık bir şeydir. üniversite okuyamamış ve dolayısıyla o tarz kız ortamlarını merak eden kasaba gençleri "lan biz gidemedik ama üniversite bizim ayağımıza geldi be" mantığıyla hareket ederek delfino’ya takılmaya başlamıştır. tabii bu baştaki çekirdek kadroyu oldukça rahatsız eder ama elden bi şey gelmez. bu noktadan sonra müşteri sayısı giderek artmaya başlar. bunu fark eden bülent abi'nin bahçeyi düzenlemesi ve oraya da masa atmasıyla mekân daha da genişler. yaz aylarının gelmesi ve havanın ısınmasıyla bazı geceler aileler yemekten sonra hem yürüyüş yapıp hem de delfinoda oturmaya başlarlar. bu ailelerin sayısı gün geçtikçe artar ve artık öyle bi an gelir ki içerisi de dışarısı da tıklım tıklım dolmaya başlar. buna rağmen bülent abi, o eski çekirdek kadrosunu unutmaz ve tüm kalabalığa rağmen onları oturtacak bir köşe bulur. müşteri sayısı arttıkça bülent abi daha iyi hizmet için bi anlamda evini buraya taşır. eşi iki küçük kızı ve onların küçük köpekleri de tüm gün delfinoda çalışmaya başlarlar. tabii ki bülent abi kasadadır. yanında da iki garson çalıştırır. ama olağanüstü müşteri kalabalığından dolayı iş o kadar ağırdır ki bu garsonlar teker teker arazi olurlar ve yerlerine devamlı yenileri gelir. ama çekirdek kadro bu çalkantı da bile onlarla muhabbet kurmayı üç gün içinde başarır. hatta bu samimiyet bazı garsonlarla o kadar ileriye gitmiştir ki çekirdek kadrodan birisi bir gece garsondan bir kutu kola istediğinde "kalk kendin al be işim var" cevabını almıştır. bu cevap bir efsaneye dönüşür ama tarihten ders alınmadığı için yeni gelen garsonlardan da benzer cevaplar sıkça işitilmiştir. tabii ki bunların hiçbirisi bülent abinin kulağına gitmemiştir. özenle saklanmıştır. bu arada işler biraz rayından çıkmaya başlar. çünkü bazı kişiler işi biraz abartmıştır. lüks arabalarıyla buraya gelen ve kafenin önündeki geniş mekâna arabalarını park eden bazı kimseler akşam yemeğinden sonra yürüyüş ilkesini fazlasıyla ihlal etmeye başlamışlardır. zamanla bu tutum müşteriler arasında yayılır ve artık lüks veya külüstür nasıl olursa olsun bir arabası olan kişiler delfinoya arabalarıyla gelip bu alana arabalarını park edip kafede oturmaya başlarlar. tabii bu bir araba keşmekeşi yaratır ve ilk gelenler gitmeye yeltendiklerinde arabalarının arkasına park eden diğer arabaların çekilip onlara yolu açması için bayağı bi ayakta beklerler. içerde de devamlı plaka söyleyen bi garson dolaşır. hatta çekirdek kadrodaki bir kişi ehliyetini aldığı ilk günlerden birinde buraya külüstür arabasıyla gelme gafletinde bulunmuş ve park yerinden çıkarken sağındaki renault laguna'ya çarpmayayım diye bakarken solundaki renault megane'a çarpmıştır. bu ufak kazadan sonra megane'ın sahibi "arabamın güzelliği gitti be" diye ağlamıştır. olayı abartan diğer bazı gençler spor arabalarını kafede oturanlar açısından daha görünür olduğu için en öndeki bir arabalık boş yere park etmek için diğer arabaların arasından buraya geçmeye çalışırken kafenin bahçesine bodoslama dalma tehlikesi atlatmışlardır. günümüzde bu araba olayı kanıksanmıştır. kimsenin garibine gitmez ama dışarıdan biri gelse herhalde bunu anlamak için bayağı bi kafa yormak zorunda kalacaktır. delfino'nun alt katıysa evsiz âşıkların buluşma ve koklaşma mekânıdır. alt kata her indiğimde kolonların olası bir depremde burayı taşıyamayacağından ürkerim çünkü bir çıkışı yoktur. (aşağıya inerken kullandığınız dandik demir merdivenden başka.) ayrıca bu binanın üst katı öğrenci yurdudur. hemen karşıdaki yüksek okula okumak için dışarıdan gelen yabancılar burada kalırlar. bu öğrencilerin yarısı mustafakemalpaşa’nın bursa’ya sadece ve sadece 10 dk uzakta olduğu yalanıyla kandırılmıştır. ama gerçek çok başkadır. iki mekân arası 15x6=90 dk uzaklıktadır. bu tipler otobüs bursa garajından çıktıktan tam 15 dk sonra muavini çağırıp "daha gelmedik mi yahu" diye sorarlar. ama bu yoldan altı tane daha gideceklerdir. şanslılarsa, dikici seyahatin hanzo muavinlerinden bir açıklama bulabilirler. ama o kadar şanslısına daha denk gelinmemiştir. bir buçuk saatten fazla süren bunaltıcı yolculuktan sonra kemalpaşa garajına gelirler ve otobüsten inerler. kemalpaşa’ya dair gördükleri ilk şey işte bu garajdır ve türkiye’nin en çalkantılı garajı şüphesiz ki kemalpaşa garajıdır. baştan beri iki büyük firma vardır bu garajda: güzel izmir ve dikici. ama bu firmalardaki amcalar seksen kilometrelik yolda yolcu taşımak gibi basit bir konuda bile anlaşamazlar ve ikide birde kavga ederler. o sinirle de birisi çıkar ve "mustafakemalpaşa koop." diye bi firma kuruverir. hemen dandik bir baraka hazırlanır ve bu yeni firmanın yazıhanesi olur. buradan bilet kesilir. tabii ki buradan satılan biletler diğer firmalara nispet yapmak için daha ucuzdur. bunun üzerine diğer firmalar da bilet ücretlerini o fiyata indirirler. ama "m.kemalpaşa koop." durmaz. biraz daha indirir fiyatı. sonra müşteri bulamayan diğer firmalar da aynı fiyat tarifesini uygularlar. bu indirim böyle kademe kademe devam eder ve bi bakmışsın bursa bileti bedava olmuş. görülmüş saçmalık mıdır ya, türkiye’nin neresinde hangi firma bedavaya yolcu taşır? bunun üzerine tabii bütün kemalpaşa bursa'ya akmaya başlar. işi olan olmayan, canı sıkılan, aklına esen bursa’ya gider ki bu da ayrı bir saçmalıktır. neyse ki firmacı amcalar yaptıkları saçmalığın farkına varırlar, sinirleri de biraz yatışmıştır. hemen yine barışırlar, birleşirler. yalnız "m.kemalpaşa koop." yazıhanesi olarak kullanılan baraka özenle saklanır. çünkü gün gibi ortadadır ki daha ne kavgalar olacak ne rekabetler yaşanacaktır. bu yüzden barakanın sotede durması yararlıdır. birleşmenin ardından zararlarını karşılamak için bu amcalar bilet fiyatlarına zam yaparlar. sizin de eğer önemli bir işiniz varsa ve bursa'ya gitmeniz gerekiyorsa, "nasıl olsa bedava be, bu arada işimi halledeyim" diye garaja koşarsınız. ama siz gelmeden beş dakka önce firmalar birleşmiş, bilet zamlanmıştır. işi gücü olmayanlar bursa'ya bedavaya gitmiş, sen o kadar önemli bir işin olmasına rağmen beleş bilet fırsatından yararlanamamışsındır. bu kemalpaşa garajının kemalpaşalılara yaşattığı paradokslardan sadece birisidir. dünyanın en yorucu yolculuklarından birisi bursa-kemalpaşa arasında yapılan yolculuktur. çünkü otobüsler o kadar eski, koltuklar o kadar rahatsız ve yavaş gitmesine rağmen otobüs o kadar sarsıntılıdır ki bir buçuk saatte canınız çıkar. hatta yurt dışından gelen almancı arkadaşlarımızın her yaz söylediği bir şey vardır: "almanya’dan istanbul’a geliyoruz yorulmuyoruz, istanbul’dan bursa'ya geliyoruz yorulmuyoruz ama bursa'dan kemalpaşa'ya gelene kadar canımız çıkıyo be". bu da ayrı bir paradoks değildir de nedir? binlerce kilometre insanı yormaz da seksen kilometre nasıl insanın canını çıkartır? ayrıca bilindiği gibi seksen kilometre bir saatin altında bir zamanda rahat rahat kat edilebilecek bir yoldur. peki, hal böyleyken neden bu yol iki saate yakın sürer? çünkü bu firmalar şehirlerarası seyahati, şehir içi seyahat mantığıyla yapmaktadırlar. bunların bazı sanal durakları vardır. buralarda mutlaka durulur ve yolcu alınır. bursa çevre yolu çıkışındaki kafkas’ın yanı bu sanal duraklara bir örnektir mesela. ayrıca öyle belirli bir yer olması da gerekmez. bu şoför amcalar yol kenarından her kolunu kaldırana dururlar. (ki böyle bir şey çoğu şehir-içi şoförünün bile yapmadığı bir şeydir) otobüste boş koltuk olup olmaması da sorun değildir. koltuklarda yer kalmayınca koridor tıka basa doldurulur. bi de bu firmalar yeni küçük boy otobüslerden almışlardır. bunların içindeki atmosfer iyiden iyiye hindistandaki otobüslere benzer. tavuklarla keçilerle beraber tıka basa kemalpaşa’ya ulaşmaya çalışılır. kasaba merkezinde de bazı alengirli şeyler yaşanmaktadır. (kemalpaşa insanı paranoyak edebilir!) mesela bir yer vardır ki geçmişi çok çalkantılıdır. bursa caddesindeki eskiden senelerce itfaiye teşkilatı olarak kullanılan bu alan, itfaiyenin yeni yerine taşınmasıyla bir süre boş kalmıştır. sonra bir takım insanlar gelip buraya garip bir stand kurup içini bir sürü ıvır zıvır eşya ile doldurup "çekiliş yapıyoruz, herkese hediye kazandırıyoruz" bahanesiyle bayağı bi insanı sömürmüşlerdir. kurdukları ses sistemiyle de herkese illallah dedirtmişlerdir. bunların buradan postalanmalarından sonra burası bir süre daha boş kalmıştır. sonra geleneksel tatlı top şenliklerinin (o ayrı mevzu, ondan ayrı bir kitap olur ya, neyse, beni konuşturmayın) düzenlenmesi için buraya üstü açık çok basit bir spor kompleksinin yapımına başlanmıştır. tuğlalarının sayısı bile rahatlıkla sayılabilecek kadar basit olan bu kompleksi yapan müteahhit, utanmadan işi yarım bırakıp kaçmıştır. kemalpaşa belediyesi de adamı rezil etmek için 3 metreye 5 metre bir tabela yaptırıp kemalpaşalıları şöyle uyarmıştır: "bilmem ne tarihinde yapımına başlanan kompleksimizin bilmemne isimli müteahhidi inşaatı yarım bırakıp kaçmıştır..." sonra bu yarım inşaat çocuk bahçesi ve otoparka dönüştürülmüştür. bazen de güzel aktiviteler düzenlenir. okul grupları burada konser verir. ama bu yer hafızalara çalkantılı hayatıyla öyle bir kazınmıştır ki uzun yıllar bu şekliyle kalmaya devam edeceğine insan inanamamaktadır. hemen bu parkın yanında ilim irfan yuvası kütüphanemiz bulunmaktadır. buranın çalış(may)anları işsizlikten dolayı abidik gubidik şeylerle uğraşmaktadırlar. öyle ki boş bir sırt çantasıyla buraya gelip çantayı ağzına kadar kitapla doldurup arkanızı dönüp çıkabilirsininiz. hatta bu işlemi bi hafta boyunca tekrarladıktan sonra kütüphaneden çıkarken görevlinin gözü önünde o ağırlığa artık dayanamayan çantanın kolu kopup da patttttt!!! diye yere düşse bile “birader ne ayak” diye sormazlar. buranın hemen yanında ise kasabanın dispanseri vardır. bir hastanın en son yapması gereken şey buraya gidip muayene olmaktır. küçükken bir gün karnım ağrıdığında babam beni buraya götürmüştü. buranın başhekimi olacak adam beni şöyle bi muayene etmiş ve babama dönüp utanmadan ettiği hipokrat yemine aldırmadan şuursuzca şöyle demişti: "yahu bu oğlan hasta bunu bi doktora götürün." bunu duyan babam haklı olarak "sen doktor değil misin be adam?" diye sormuştur. doktorsa hala meslek bunalımı yaşıyordur. tüm aymazlığı ile "ben ne anlarım karın ağrısından" gibi saçma bir savla kendisini savunmaya çalışmıştır. bu garip üç mekândan çok uzakta kasabanın diğer ucunda bir okullar merkezi haline gelmesi için yıllardır ömür çürütülen kemalpaşa merası bulunur. burada sedat karan anadolu lisesi, anadolu öğretmen lisesi ve işitme engelliler okulu vardır. tüm bu okulların öğrencileri ders boyunca sınıf camlarından ineklerin cinsel hayatını izlerler. bu öğrencilerin öğle tatillerinde karınlarını doyurabilmeleri için yan yana büfeler türemiştir. çimen büfe, aydın büfe ve çilli büfe arasında en kralı halil aga’nın büfesidir. halil aga buraların en kral adamıdır. eski ülkücülerdendir. çok çoooook uzun yıllar talihsiz bir olay yüzünden hapis yatmış ve bi kaç sene önce de (yaklaşık 8 sene) burada büfe açmıştır. ve bu büfe hak ettiği üzere bizlerin bir numaralı mekânı haline gelmiştir. öyle ki otobüsle sabah okula giderken büfenin önünden geçtiğimiz sırada halil aga bizi gördüğünde ve eliyle "gelin lan" işareti yaptığında bizim grup otobüsten iner ve halil aga bize hemen karşıdaki kahveden sıcak süt söyler, yanına da tezat oluşturacak şekilde kırmızı marlbora açardı. çok güzel bir muhabbetin ardından okulda yakalanmaması için sigaralar ona emanet edilir ve geç kalmış bir şekilde sedat karan anadolu lisesine doğru yola çıkılırdı. bu muhabbetlerden birinde iki arkadaşımız halil aganın kim olduğunu unutarak büfenin içindeki masanın üzerine patttttttttttt diye az evvel anlattığım kütüphaneden alınan yaşar kemal'in ince memed romanını koymuşlar ve bu yetmezmiş gibi kitap üzerine yorumlar yapıp bu da yeterli değilmiş gibi halil aga’nın fikrini sorma gafletinde bulunmuşlardır. daha yaşar kemal adını duyar duymaz köpürmeye başlayan halil aga bu soru üzerine patlayıp "bunlar komünist be gülüm" diye başlayarak sinkaflı konuşmaya başlamıştır. bu olayda halil aga zor yatıştırılmıştır. bundan sonra da kimse büfeye kitapla gitmemiştir. ne yazık ki bu büfe halil aga’nın geniş yürekliliği yüzünden herkese bedava kola dağıtması ve bunların parasını istememesi yüzünden batmıştır ve çilli büfe olarak başka insanlar tarafından (bunlara da allah yürü ya kulum demiştir) tekrar açılmıştır. neyse ki halil aga, daha sonra yeni bir büfeyle aramıza katılmıştır fakat üzülerek söylemeliyim ki o da aynı akıbete uğrayacaktır.

gelelim anadolu lisemize.. 91 de kurulan sedat karan anadolu l,sesi ayrı bir âlemdir. uzun yıllar binası olmadığı için kasabanın okullarının çatı katlarında dolaşarak eğitim yarışını sürdürmüştür. 2–3 sene sonra meradaki yeni binasına taşınmıştır. bu okulun mezunlarının üzerinde bir kara bulut dolaşmaktadır. çünkü adından da anlaşılacağı gibi bu bina kasabanın kodamanlarından vergi kaçakçısı (günahı boynuna) sedat karan tarafından yaptırılmış ve bu sayede vergi defterleri arazi olmuştur. haram parayla tüyü bitmemiş yetimin tüyünün sınıflarda dolaştığı bir binanın eğitiminden ne olur. ayrıca bu okulun kemikleşmiş bir kadrosu vardır. bu kadro şu isimlerden oluşur: mustafa değirmenci, hakkı özdemir, hülya ve mehmet erman ile belgin balpınar. okulun müdürü olan hakkı özdemir dünyanın en garip adamlarındandır. okulun açılmasından sonra çok kısa bir süre müdürlük yapan "kemik kıran ekrem varyeter"in yerine müdür olmuş ve kendisinin göreve başlaması ve abidik gubidik uygulamalar getirmesi üzerine tüm öğrencilerin rahatı ve huzuru kaçmıştır. bu uygulamalar arasında neler yoktur ki. "hafta başı konuşmaları" kimi yönleriyle çok şaşırtıcıdır mesela. bu konuşmaya ve dolayısıyla okula geç kalan öğrenciler daha bahçe kapısından girmeden hakkı özdemir tarafından "anası babası geç kalkanların çocukları!" olarak teşhir edilirler. bahçe kapısından sıraya kadar olan uzun yolu yürürlerken hakkı özdemir herkesin onlara bakmasını ister ve ağzına geleni sıralar. sesi sabah sabah merada yankılanır. bir de bunu yaparken çoğunlukla sinirlidir ve ne zaman sinirli konuşsa elindeki mikrofonu sağa sola, uzun hava okuyan ibrahim tatlıses modelinde hızlı hızlı oynatır. geç kalanlar da süklüm püklüm olmuş bir vaziyette sıraya yaklaşırlar ama araya karışamazlar ayrı bir yerde tüm öğrencilerin içeriye girmesini beklerler. çünkü hakkı özdemir bir de onları bireysel olarak yüz yüze azarlayacaktır. pazartesi günleri okula geç kalmak sedat karan'da bir kâbustur. ayrıca çoğu okulda görülen sabah sıra olarak sınıflara girme saçmalığına ek olarak her sınıf öğrencileri kendisinin önünde ayrı ayrı sabit konumda beklerler. o da erkek öğrencilerin saçlarını, ayakkabılarının boyasını, ceketindeki armayı ve tırnaklarını kontrol eder. kız öğrencilerinse bunlara ek olarak saç tokaları, etek boyları ve oje sürüp sürmedikleri kontrol edilir. bu işkenceden en çok zararı gören sanıldığının aksine öğrenciler değil iki nöbetçi öğretmenden "zavallı" olanıdır. "zavallıdır" çünkü sınıfları teker teker kontrol edip bu "içtima”dan yırtmaya çalışan sivri akıllı öğrencilerin olup olmadığını kontrol etme işi onun elinde patlamıştır. (ve sedat karan binası çok merdivenlidir.) bu kontrol işkencesi sabah sırasıyla sınırlı kalmaz, gün boyu sürer. çünkü bu mutant, teneffüslerde ava çıkar. gözüne kestirdiği öğrencileri çağırıp, onlarda kendince gördüğü yamukları yüzlerine sıralar. bu kişinin en tav olduğu şeyler şunlardır: erkek öğrencide (özellikle bir dönem oldukça moda olan) amerikan saç tıraşı ve jöle. (bu ikisinden birini tespit ettiği öğrenciye "sen evlenmek mi istiyorsun? istersen seni evlendirelim evladım" der. bunun ne anlama geldiğini hiç bir sedat karan'lı çözememiştir.) siyah ve klasik tarz haricinde her hangi bir ayakkabı. siyah ayakkabının da boyasızı. bunlardan biri eksikse ve sabah sırasında yakalandıysanız ayıbınızı telafi etmek için okuldan yollanırsınız. saçlarınız uzunsa berbere, ayakkabı boyasızsa boyacıya. ama az önce de söylendiği gibi okul meradadır ve yakınlarda ne berber vardır ne de ayakkabı boyacısı. kız öğrencide tav oldukları ise şekilli ve renkli saç tokaları, şuh bir şekilde toplanmış saçlar, jöle (yine), dizin üstündeki etek, oje, yakasının düğmesi açık gömlektir. bunların birinden dolayı yakalanan kızlar da erkeklere sorulan o anlamsız soruyla karşılaşırlar. bu kişinin en büyük zevklerinden birisi de (yine kendisinin göreve gelmesiyle başlayan bi uygulamadır bu) cuma günü okul çıkışında, istiklal marşından hemen önce yapılan "hafta sonu konuşmalarıdır". bu uygulama sadece kendisini tatmin etmek amacıyla uydurduğu bir saçmalıktır. başlarda sadece bir siyasi lider tadında yaptığı bu bitmek bilmez konuşmalar, kendisinin emriyle yapılan tuğla ve betondan oluşan kürsünün inşası ve okula gelen ses sistemiyle "bir ulusun liderinin halkına yaptığı konuşma" tadına varmış ama jandarma komutanlığının okula hediye ettiği ve kürsünün hemen yanına koyulan atatürk büstü sayesinde bu mertebe biraz sarsılmıştır. fakat bu ne yazık ki bu konuşmalarının süresine etki edememiştir. bu konuşmalar sırasında haftalık icraatlardan söz edilir. öğrenciler hal ve gidişlerinin olumsuzluğundan dolayı uyarılır. o hafta, maşrapalara işeyen varsa lanetlenir ve okul kuralları tekrarlanır ve laf arasında pazartesi yapılacak olan "içtima" zavallı öğrencilere hatırlatılır. bu konuşmanın sonuna doğru yine kendisinin göreve gelmesinden bir süre sonra başlayan "haftanın en temiz sınıfı" seçiminin sonuçları duyurulur. o haftanın en temiz sınıfının başkanı ödülü, sınıfının adına almak için heyecanlı (ha ha ha) adımlarla "beton kürsü"ye doğru yollanır. bu ödülü genellikle küçük sınıflar alırlar. ödülse hafta boyunca sınıfın öğretmen masasında duracak olan dandik bir minyatür bayraktır. bu uygulamanın puanlamaları hafta içinde ansızın sınıfa dalan ve ellerindeki kâğıtlara bir şeyler yazıp ortadan toz olan temizlik kolu öğrencileri tarafından yapılır. tahmin edileceği gibi bunlar küçük sınıfların öğrencileri arasından seçilir. ve büyük bir sınıfın öğrencileri tarafından puanlama yaparken yakalanan bir temizlik kolu öğrencisi köşeye sıkışmış zavallı bir fareye benzer. zira her tarafını mok götüren üst devre sınıfının öğrencileri tarafından, kendisine, en yüksek notu vermek ya da o sınıftan sağ çıkamamak seçenekleri sunulmuştur. tabii ki zavallı öğrenci en yüksek notu verir. işte bu noktadan sonra üst sınıflar bu işin peşini bırakmazlar. ortalamayı yükseltmek için temizlik kolu öğrencilerinin yolunu gözlerler. zira gözden kaçırılan bir "temizlik denetçisi" bir önceki gün yaşadığı tatsız olayın acısını sınıfa en düşük notu (hak ettiği notu) vererek çıkaracaktır. ama her seferinde birisine yakalanır. işte hafta sonu konuşmalarında nadiren eğer bir üst sınıf temizlik bayrağını götürüyorsa hafta içinde denetlemeler sırasında bu gibi olaylar yaşanmıştır. fakat üst sınıf öğrencileri için her şey "temizlik bayrağı"nı aldıkları haftanın ilk gününde başlar. çünkü o bayrak masaya konar konmaz bir "sancak" mertebesine yükselir ve bu özelliği ile diğer üst sınıflardan korunmayı da fazlasıyla hak eder. sınıfta bir "eyvah sancağımız çalınacak" paranoyası yaşanmaya başlanır. bunun için her teneffüs sancağın başına iki erkek öğrenci nöçbetçi olarak bırakılır. diğerleriyse kızların peşinde dolaşmak için teneffüse çıkarlar. diğer büyük sınıflarsa zaten hafta sonunu "sancağı ele geçirmek için strateji planları" yaparak geçirmişlerdir. bir teneffüs ansızın tüm erkek güçleri ve gaza gelip araya karışan bazı kızlarıyla sınıfa "akın" düzenlerler. nöbetçiler anında saf dışı edilir. sancak öğretmen masasından alınır ve çoğunlukla iri öğrencilerin ellerinde en üst seviyede tutularak marşlar eşliğinde "düşman" sınıfa taşınır ve öğretmen masasındaki yerine yerleştirilir. başına hemen birkaç nöbetçi dikilir. fakat koridorda haddinden fazla yaygara yapan bu öğrenciler az önce sancaklarını çaldıkları sınıfın bir öğrencisi tarafından mutlaka fark edilmişlerdir. o kişi hemen gidip sınıfın erkeklerini toplar ve "kaybolan gururu" tamir etmek için yeni bir "akın" düzenlenir. (bu sırada kızlar dayak yemiş nöbetçilerin bakımıyla meşguldür) yaygara kopar. nöbetçi öğretmen, müdür, müfettiş kim gelirse gelsin iki sınıfı ayıramaz ve bu yaygara hafta boyunca sürer. cuma günü (eğer sancak en son onlarda kaldıysa) sınıfın başkanı, yeni birinci açıklanmadan hemen önce hafta boyunca yaşananlar yüzünden paramparça olmuş sancağı hakkı özdemir'e teslim eder. tabii ilk karşılaşacağı şey hakkı özdemir'in "bu ne hal oğlum, biz size böyle mi teslim ettik temizlik birincisi bayrağını" nidaları olur. ama öğrenci bunu anlayamaz çünkü teslim ettiği şey bayrak falan değil basbayağı "sancak"tır. alçak sesle "ama hocam, gurur... sancak.... akın..." benzeri kelimeleri geveler. hakkı özdemir onu duymaz bile "geç yerine!!!" diye bağırıp öğrenciyi postalar. istiklal marşından sonra üst sınıf öğrencilerinin hepsi birlikte yürüyerek okuldan uzaklaşırken hafta boyunca yaptıkları şamatayı birbirlerine tekrar takrar anlatıp eğlenirler. "aldık oğlum sancağı", "yok ya asıl biz nasıl daldık sizin sınıfa" , "lan sen bana amma pis vurdun ha" geyikleri döner ve kimisi yürüyerek eve döner, kimisi otobüse biner kimisi de halil aga’da takılır. sırf bu uygulamayı başlattığı ve kemalpaşa’yı daha çekilir hale getirdiği için bile hakkı özdemir sevilesi insandır. kemalpaşa’da da her halde herkes onu tanır, koskoca anadolu lisesi'nin müdürüdür çünkü.

müdür yardımcısı mustafa değirmenci ise okulun en ağır topudur. onun karizması hakkı özdemir'den de yüksektir. hatta ikisi kıyaslanamaz bile. bir kere mustafa değirmenci okulun kurulduğu günden beri müdür yardımcısıdır. (hakkı özdemir ise dediğim gibi "kemik kıran ekrem varyeter”in yerine gelmiştir.) öğrenciler aralarında ondan soyadıyla "değirmenci" diye bahsederlerken hakkı özdemire sanki sümüklü küçük bir çocukmuş gibi "hakkı" derler. mustafa değirmenci okulun durumunu çatı katlarında süründüğü zamanlarda çok iyi idare etmiştir. yeni binanın yapımıyla da sürekli ilgilenmiştir. onu karizmatik yapan asıl sebepse başka hiç kimsede bulunmadığına emin olduğum garip yeteneklerdir. mesela zil çalmasına rağmen yaşanan koridordaki koşuşmalar ve keşmekeş onun gürültüden rahatsız olup odasından çıkması ve koridorun başında sadece ellerini arkasında birleştirerek durmasıyla anında kesilir. bütün öğrenciler anında sınıflara doluşur çıt çıkmaz. hâlbuki bu durumda şimdiye kadar ağzını açıp tek bir laf etmemiştir, öyle sert bir dış görünüşü de yoktur, kimsenin (uluorta) canını acıttığı da pek görülmemiştir. buna rağmen neden herkes ondan bu kadar tırsar bilinmez. ben gözledim biliyorum, herkes dağılınca da hiç bir şey olmamış gibi döner odasına girer. az önce doğaüstü bir şey yaptığının farkında değildir. azıtan, boş dersleri olduğu için tek bir sınıfsa eğer onları az önceki tavrıyla sınıfa soktuktan sonra mutlaka sınıfa gelir. bunu böyle yapacağını da herkes bilir. bu yüzden sınıfa koşan öğrenciler itiş kakış sıralarına oturup hemen bir test kitabı çıkarıp, sanki az önce dışarıda tepinen onlar değilmiş gibi çalışıyor ayağına yatarlar. bu işlemler çok hızlı yapılır ama insanın eli ayağına dolanır çünkü mustafa değirmenci'nin koridorda yankılanan ayak sesleri öğrencinin psikolojini alt üst eder. mustafa değirmenci sınıfa gelir "kurt puslu havayı sever" diye konuya girer. öğüt verir ardından konuyu pekiştirici bir fıkra anlatır ve çıkar gider. bu da hiç değişmez. garip yeteneklerinden bir diğeri beyaz doğan slx'ini senelerdir hiç ama hiç eskitmeden kullanabilmesidir. mustafa değirmenci yaşlanır, öğrenciler gelir, büyür, gider ama o araba hep aynıdır ve yepyenidir. bu yüzden artık mustafa değirmenci'yle özdeşleşmiştir ve bazı garip durumlarda onun kişiliğinin bile önüne geçmiştir. mesela hazırlık sınıfında okuldan kaçan iki arkadaş caddede yürürken yanlarından duran beyaz slx'e eyvah yakalandık diye binmişler ve utançlarından kafalarını kaldırıp arabayı kullanana bakamamışlardır. arabayı kullanan da bizimkileri fark etmemiştir. uzun bir süre böyle yol aldıktan sonra öndeki karı-kocanın konuşmasını duyup kafalarını kaldırmışlar ve alakasız iki insanı görmüşlerdir. adamla karısı da bunları bu sırada fark etmiş, durumu öğrendikten sonra bizimkileri okula geri getirmişlerdir. "aptal mısınız be neden bindiniz arabaya?" diye sorduğumuzdaysa verdikleri cevap "beyaz slx işte be, ondan bindik" olmuştur. mustafa değirmenci de hakkı özdemir gibi kemalpaşa'nın tanınan simalarındandır çünkü o da koskoca anadolu lisesi'nin müdür baş yardımcısıdır.

ingilizce öğretmeni hülya erman ise okulun bir diğer demir başıdır. tasvir edilemeyecek kadar garip bir kadındır. okulun açıldığı günden beri bıkmadan ingilizce derslerine girmektedir ve hazırlık sınıfında haftada 36 saat ingilizce dersi olduğu düşünülürse karizması en yüksek hocalardandır. iyi hocadır ve çok değişik bir öğretim stili vardır. üniversite hayatı boyunca tuttuğu tüm notlar siyah kaplı bir "ece" ajandasında yazılıdır. bu ajanda onunla o kadar özdeşleşmiştir ki sedat karanlılar arasında her yerde satılan ve kaliteli olan bu ajandalara "hülya erman ajandası" adı takılmıştır ve herkes bilmektedir ki bu ajandanın kaybolduğu gün kendisinin öğretmenlik hayatının bittiği gün olacaktır. özellikle ilk derslerde katiyen türkçe konuşmaz. bu yüzden "he" ve "she" arasındaki farkı bizlere anlatması iki hafta sürmüştür. bu işkence bitip de diyalog kuracak kadar dersler ilerlediğinde öğrenciler hülya erman'ın hayali iki arkadaşı ile tanışır. bunlar tahtaya çok basit şekilde çizdiği bir erkek ve bir kız kafasıdır. öğrencilerine de bir kaç derste bunları pratik olarak nasıl çizeceğini öğretir. böylece diyaloglara geçilir ve kafaların yanına çizilen diyalog balonlarına bu hayali arkadaşların konuşmaları yazılır. bu ikisi başta birbirlerine isimlerini söyleyerek tanışırlar, hobilerinden bahsederler, ünitelerin ilerlemesiyle konuştukları konular alengirleşir ve anlaşılması zor bir hal alır. bahsedilen her konu için ayrı kafalar çizilir ve bu yüzden hazırlık sınıfını bitiren bir öğrencinin 5 ortalı, kareli ve kaplı defterindeki kafa popülâsyonu da binleri bulur. artık hülya erman’ın psikolojik hastalığı tüm sınıfa yayılmıştır. bütün öğrenciler hayatları boyunca bu hayali arkadaşlarla yaşamak zorunda kalacaklardır. tedavisi yoktur. tüm bu psikolojik rahatsızlıklarına rağmen hülya erman iyi bir öğretmendir, ingilizceyi adam gibi öğretir. zaten kendisi de okulun yöneticileri gibi kemalpaşa’nın tanınan simalarındandır. çünkü o koskoca anadolu lisesi'nin ingilizce öğretmenidir. eşi mehmet erman ise karısının bu renkli kişiliğinin yanında daha mütevazı bir karakter olarak belirmektedir. ingilizce derslerini onunla paylaşmışlardır. hülya erman’ın aksine o, insan psikolojisinden gerçekten çok daha iyi anlar. gariptir ki kendisinin de itiraf ettiği gibi bu bilgi birikimini insanın hayatındaki psikolojik değişikleri doğumundan ölümüne kadar evre evre anlatan tek bir psikoloji kitabını okuyarak edinmiştir. artık o tek psikoloji kitabı nasıl bir kitapsa ve mehmet erman o kitabı nasıl okuduysa bu gerçekten işe yaramış ve mehmet erman’ı diğer hocalardan bir ölçüde ayırmıştır. tüm ısrarlarımıza rağmen adını söylemediği bu kitap öğrenciler arasında bir efsaneye dönüşmüştür. daha hiç psikoloji dersi görmemiş öğrenciler arasında bu kitap engin bilgilerin yazılı olduğu, mistik gücüyle insanı etkisi altına alan ve ona bilgelik yollarını açan bir kitap olarak algılanmıştır. öyle eminim ki mehmet erman bir sürpriz yapıp o kitabın adını açıklasa hiç kimse o kitabı okuyacak cesareti "ben bu bilgi birikimini kaldıramam be" diye düşünerek, kendinde bulamayacaktır. mehmet erman da kemalpaşa’nın tanınan simalarındandır çünkü o, koskoca anadolu lisesi'nin ingilizce öğretmenidir. belgin balpınar ise sedat karan anadolu lisesi'nin coğrafya öğretmenidir ve gerçekten olabilecek en kaliteli öğretmenlerden biridir. derse hakimdir, gelir takır takır anlatır. coğrafyanın alanına giren hemen her şeyi de resmedebilecek kadar kabiliyetlidir. fakat biraz kısa boyludur ve tahtayı ekonomik kullanabilmek için üst taraflara uzandığı bir gün eteği yavaşça belinden kaymış ve yere süzülmüştür. kendisi bunu fark etmemiş ve yazmayı sürdürmüştür. gariptir ki öğrenciler de tahtadakileri defterlerine geçirmekle meşgul oldukları için bunu bir süre fark etmemişlerdir. durum anlaşılır anlaşılmaz da öğrenciler arasında çok sevildiği için hemen uyarılmış ve eteğini alıp hemen giymiştir. öğrencileri bu olaya çok üzülmüşlerdir. bu talihsiz olaya rağmen belgin balpınar kemalpaşa'nın tanınan simalarındandır, koskoca anadolu lisesi'nin coğrafya öğretmenidir çünkü.

son olarak kemalpaşa için çok önemli bir yer olan sedat karan anadolu lisesinin değinilmeden geçilemeyecek bazı fiziksel özelliklerinden bahsetmek yerinde olacaktır. okulun devasa bahçesi dışarıdan gelen herkesi hayrete düşürür. ön bahçe, arka bahçe, yan bahçe ve diğer yandaki bahçeden oluşan bu devasa alanda bir futbol sahası, iki basket sahası bir koruluk, bir kavaklık bir mısırlık ve bir “voltalık” bulunur. ilk mezunların, "büyüsünler de bunların arasına sotelenip sigara içeriz be" diyerek ektikleri çam fidanları onların eğitim dönemine yetişmemiş bu yüzden onlar da bir paket tekel 2001'e sınav sorularını satan ve dul bir kadının evine zorla girmeye çalışırken yakalandığı için hapse girip işten ayrılan hademenin ektiği mısırların arasında ve bahçeye sis çöktüğü zamanlarda da futbol sahasının en ucunda sigara içmişlerdir. kışın ise, sigara içmek için tercih edilen mekanların başında tuvaletler, büyük kalorifer dairesi ve popülerliğini hiçbir zaman kaybetmeyen spor salonundaki iki küçük soyunma odası gelir. bu iki soyunma odasının atmosferi o kadar ilginçtir ki buralardaki ortam en kaliteli kahvede bile yoktur. duvar kenarlarına dizilmiş deri kaplı banklardan başka oturacak yer olmayan bu soyunma odalarının kullanımı tabii ki üst sınıfların tekelindedir. beden dersi olmadığı zamanlarda, günün her saatinde buraları tıka basa doludur. öğrenciler hemen karşıdaki kantinden, kantincinin kendi elleriyle getirip servis yaptığı sıcak çaylarını yudumlarken sigaralarını tellendirirler kağıt oynayıp aralarında muhabbet ederler. bu muhabbetler o kadar koyudur ki bir keresinde kız öğrencilerden birisinin içeride unuttuğu bir iç çamaşırın üzerine yanan sigarayla delikler açılıp ardından çöpe atılması ve orada için için yanıp çöpleri tutuşturması kimse tarafından fark edilmemiştir. bir süre sonra herkes çay paralarını ödeyip derse girmiştir. ama alev alan çöp bidonu tüm spor salonunu ardından da koridorları duman altında bırakmış, okulda küçük çaplı bir yangın paniği yaşatmıştır. beden hocasının müdahalesiyle söndürülen yangın okulda tedirginlik yaşatmış ama kimsenin canı yanmamıştır. bu olaydan kısa bir süre sonra spor odasının bir köşesine okulun tiyatro grubunun çalışabilmesi için ahşaptan küçük bir tiyatro sahnesi kurulmuştur. yüksekliği yarım metreden daha kısa olan bu sahne öğrenciler tarafından "devasa bir sigara zulalama deposu" olarak algılanmış ve bir köşesi hemen iri bir öğrencinin indirdiği diz darbesiyle kırılmıştır. bundan sonra sigaralar uzun bir süre buraya zulalanmıştır. anlaşıldığı gibi öğrenciler okullarının fiziksel özelliklerinden kıyasıya yararlanmışlardır. eğitim-öğretim hayatındaki tüm bu çalkantılara rağmen sedat karan anadolu lisesi mustafakemalpaşa’da iyi bir eğitim alınabilecek tek okuldur. hatta hocaları o kadar iyidir ki abartısız bir şekilde bu okul türkiye’deki diğer kodaman okullarıyla yarışır. öğrencileri de genelde çalışkan olurlar, buradan çıkıp da kendi tercihleri haricinde, üniversiteye giremeyen yoktur. mustafakemalpaşa’nın son yıllarda gelişen kültürel hayatı üzerine de anlatacak çok şey vardır. yıllar boyunca kasabanın kültürel hayatının merkezi olan binanın tarihi de kemalpaşa’daki diğer her şey gibi ilginçtir ve paradokslarla doludur. söz konusu bina mütehahitinin kaçması sonucu yarım kalan park benzeri yer gibi, kemalpaşa’nın en işlek caddesi olan bursa caddesinde belediye binasının hemen yanındaki yapıdır. burası seneler boyunca "beldeşan sineması" olarak kemalpaşa gençliğine hizmet etmiştir. bu yıllarda "üç film birden" gösteren sinemalardan olan "beldeşan"ın en belirgin özelliği "vizyon"daki filmlerin afişlerinin asılı durduğu, ana giriş kapısının sağ ve sol yanındaki camekanlardır. belirtildiği gibi bu sinema kasabanın en işlek caddesindedir. gelip geçen vatandaşların ahlakının bozulmaması için o yıllarda sinemada kadrolu olarak, görevi afişlerdeki çıplak oyuncuların bedenini yağlı boyayla boyamak olan bir garip adam çalışmıştır. bu adam yıllarca afiş boyamıştır. meslek hayatının başında daha "sürreal" bir tarzı olan bu adam artistlerin vücutlarını çalakalem, özensiz fırça darbeleriyle boyamıştır. bu dönem sanatının ilk gelişme dönemi olarak nitelendirilebilir. bu yıllarda çalışmalarında kullandığı tek renk kırmızıdır. kasaba halkı bu açık hava resim galerisini ister istemez her sokağa çıktıklarında gezmek zorunda kalmışlardır. bu adam zaman ilerledikçe tarzını hem geliştirmiş hem de değiştirmiştir. zamanla "kontür"ü keşfetmiş ve "olgunluğa geçiş"indeki bu dönemde saplantısı olan kırmızının tonlarını belirgin bir şekilde kullanmıştır. koyu kırmızıyla artistin vücut hatlarını belirgin bir şekilde ortaya çıkaran konturlar kullanmış iç kısımlarıysa yine kırmızıyla ama bu sefer özenle, (dışarıya taşırmadan) boyamıştır. sanatındaki bu evre galerisini her gün gezen çaresiz kasaba halkı tarafından takdirle karşılanmıştır. galerisinin ziyaretçileri artmış, resim sanatı konusunda sözü dinlenir bir sanatçı olmuştur. olgunluk dönemine geçişi ise çok ama çok ani olmuştur. öyle ki o gün "beldeşan"ın önünden geçen kasabalılar şok geçirmiş, "usta"da bir gecede yaşanan gelişimi hayretler içinde, ağızları bir karış açık, bu garip resim galerisine bakarak fark etmişlerdir. artık sanatında bir olgunluk dönemine giren bu kişi "kontür" kullanımını tamamen terk etmiş ve artistlerin vücuduna iç çamaşırları çizmek suretiyle daha "minimalist" olan bir sanat tarzına adım atmıştır. ayrıca artık siyah rengi de kullanmaktadır fakat vazgeçemediği tutkusu kırmızı yine baskındır. sanat hayatının son ileri adımını da dantelli ve desenli iç çamaşırı modelleri resmederek atmıştır. fakat birçok sanatçı gibi o da yaşadığı dönemin insanları tarafından anlaşılmamış ve "sapık" olmakla itham edilmiştir. işte bu resim galerisi uzun yıllar boyunca, sanatsever kasabalıların mecburi buluşma noktası olmuştur. anlaşılacağı gibi esas olan "dışarısı"dır ama "beldeşan sineması"nın içinden bahsetmeden geçmek de haksızlık olur. ne de olsa sinema 7. sanattır ve bu sinema, 7. sanatın en nadide örneklerini yıllarca kasabalılara sunmuştur. bu yıllarda sinemanın zemini eskidiği için iğrenç bir şekilde kokan tahta döşemelerle kaplıydı. koltukları da yine tahtadandı ve onlar da en az döşemeler kadar iğrenç kokardı ve tabii ki oturmak için risk almak gerekirdi. üstte, yine tamamen tahtadan bir balkon kısmı da vardı. ilk zamanlarında, biz küçükler tabii ki düşüncesizce oluşturulan gösterim programı yüzünden sinemaya gidemezdik. sadece girişindeki resim galerisini gezebilirdik. bi gün ne oldu, nasıl oldu bilinmez bu sinemada "he-man" vizyona girdi. tabii kasabanın küçük çocuklarının bir kısmı o gün ordaydı. iğrenç kokudan rahatsız bir şekilde oturuyorlardı. ışıklar söndü. film başladı. daha yazılar bitmemiş, he-man hiç gözükmemişti ki birden elektrikler kesildi. on dakka beklediler sonra gösterimi iptal ettiler. paramızı verip bizi yolladılar. sonra ne oldu bilinmez hafta sonları iki p*rno filmin arasında bir karate filmi gösterilmeye başlandı. bu karar sayesinde arkadaşlarla, abartısız bir şekilde, van damme'ın ve bruce lee'nin görmediğimiz filmi kalmadı. daha büyüyünce de bazı arkadaşlar müzeye gezi düzenler gibi, okuldan kaçıp sinemaya geziler düzenlemeye başladılar. bu geziler uzun yıllar sürdü. işte kemalpaşa uzun yıllar bu garip yere katlanmak zorunda kaldı. defalarca kapatılmak istendi ama sinemacılar bir şekilde yırttılar. neyse ki bir kaç sene önce belediye burayı kapatmayı başardı. çok güzel bir kültür merkezi haline getirdi. içini dışını yeniledi.(camekanlar duruyo ama artık kültürel aktivite afişleri asılı) çok da güzel filmler geliyor artık. (hakiki vizyon filmleri yani). umarız bozulmadan devam eder.

Editör: Haber Merkezi