Türkiye’de anayasa değişikliği yönündeki talepler, “Terörsüz Türkiye” süreciyle birlikte belirgin biçimde görünür hâle gelip, önümüzdeki günlerde daha da artacağı öngörülmektedir.

   Bu çerçevede, Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından süreci yönetmek üzere özel bir komisyon oluşturuldu. Sürece dair ilk tepkilerden biri, 24 Temmuz tarihinde PKK yönetici kadrosunda yer alan Cemil Bayık tarafından dile getirildi. Bayık, “Türkiye’deki siyaset sadece ‘Terörsüz Türkiye’ tanımıyla sınırlı kalıyor; Halen bugün o konuda bir dil ve söylem söz konusu değil.” ifadeleriyle örgüt cephesinden sürecin kapsamına ve kullanılan dile yönelik ‘memnuniyetsizliklerini’ dile getirdi. Bu gelişmelerin ardından, komisyonun adı ve yapısı üzerine yapılan değerlendirmeler neticesinde, Öcalan ve örgütten gelen bu tür talepler doğrultusunda, komisyonun adı “Milli Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu” olarak şekillendirildi ve 12 maddelik bir taslak oy birliğiyle kabul edildi. Komisyonun resmi adı ise 5 Ağustos itibariyle duyuruldu. Bununla birlikte, son aylarda Duran Kalkan ve Cemil Bayık tarafından kaleme alınan yazılar ve verilen röportajlarda sıkça vurgulanan “özgürlük yasaları çıkarılmalı”, “demokratik entegrasyon yasaları” ve “anayasanın tek dile ve millete dayalı yapıdan çıkarılması gerektiği” yönündeki söylemler, önümüzdeki haftalarda anayasa değişikliği tartışmalarının daha da yoğunlaşacağına işaret etmektedir.

   Yukarıda bahsedilen gelişmeler, önümüzdeki günlerde özellikle Anayasa’nın 42. ve 66. maddelerine yönelik değişiklik taleplerinin siyasi ve toplumsal gündemin merkezinde yer alacağını göstermektedir. Bu maddeler, Türkçe’nin eğitim dili olması ve Türk vatandaşlığının tanımı gibi temel ilkeleri düzenliyor. Ancak, bu değişiklik önerilerinin ardında yatan niyetler ve olası sonuçları, tarihsel ve hukuksal bağlamda dikkatle ele alınmayı gerektiriyor.

   Anayasa’nın 42. maddesi, “Türkçeden başka hiçbir dil, eğitim ve öğretim kurumlarında Türk vatandaşlarına ana dilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez” hükmüyle, Türkçe’nin eğitim ve öğretim kurumlarında ana dil olarak okutulmasını düzenler. Bu madde, Türkiye Cumhuriyeti Devleti vatandaşlarının ortak bir iletişim zemini oluşturma amacı taşır. Türkçe, farklı etnik kökenlerden gelen vatandaşların ortak paydasıdır; bu, bir dilin üstünlüğü meselesi değil, ulusal birliğin ve toplumsal dayanışmanın bir gereğidir. Türkiye gibi çok kültürlü bir toplumda, ortak bir dilin kamusal yaşamda merkezî bir rol üstlenmesi, ulusal birlik ve toplumsal dayanışma açısından kritik önemdedir. Bu yaklaşım, yalnızca Türkiye’ye özgü bir uygulama değildir; karşılaştırmalı anayasa hukuku çerçevesinde Fransa, İtalya, Almanya ve İspanya gibi Avrupa ülkelerinde de benzer düzenlemeler görülmektedir. Örneğin Fransa Anayasası, Fransızcayı Cumhuriyetin dili olarak tanımlarken, bölgesel dillerin eğitimde ana dil statüsünde kullanılmasına izin vermez. İtalya’da yalnızca bazı bölgelerde sınırlı ölçüde yerel dillerin eğitime entegre edilmesine müsaade edilirken, ülke genelinde İtalyanca'nın önceliği tartışmasızdır. Almanya’da da federal yapıya rağmen Almanca tüm eyaletlerde ortak eğitim dilidir; diğer diller tanınsa da bunlar kamusal eğitimde ana dil olarak kullanılmaz. İspanya ise çok dilli yapısına rağmen Anayasası’nın 3. maddesiyle Kastilya İspanyolcasını ülkenin resmi dili olarak belirlemiş ve tüm vatandaşlara bu dili öğrenme ve kullanma yükümlülüğü getirmiştir. Dolayısıyla Türkiye’nin 42. madde kapsamında benimsediği yaklaşım, çağdaş anayasa sistemlerinde sıkça rastlanan bir uygulamadır ve kamusal alanın dilsel bütünlüğünü koruma refleksinin bir yansımasıdır. 42. madde, Türkiye’nin toplumsal birliğini güçlendiren ve evrensel anayasal ilkelerle uyumlu bir çerçeve sunar; bu ilke, farklılıkları bir arada tutarak ulusal dayanışmayı pekiştirir. 42. maddeye yönelik değişiklik önerileri, özellikle başka dillerin eğitimde ana dil olarak kullanılmasını savunan yaklaşımlar, ulusal birliği zedeleme riski taşımaktadır. Türkiye’nin mevcut anayasal düzeni, herkesin kendi dilini öğrenme ve kullanma hakkını zaten güvence altına almaktadır. Ancak, eğitimde birden fazla resmi dilin kabulü, tarihsel örneklerde görüldüğü üzere, bölünme ve ayrışma riskini beraberinde getirmektedir.

   66. madde, Türk vatandaşlığını “Türkiye Cumhuriyeti’ne vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür” şeklinde tanımlar. Bu tanım, etnik ya da ırksal bir vurgudan ziyade, hukuksal bir kimliği ifade eder. Türk milleti, farklı etnik kökenleri, dinleri ve kültürleri kapsayan bir çatıdır. Bu, anayasanın başlangıç ilkelerinde de vurgulanan “egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olduğu” ilkesinin bir yansımasıdır. Türklük, burada sosyokültürel bir kavram değil, bir ulusun ortak hukuk zeminidir. İçerisinde olduğumuz bu ‘demokrasi ve dayanışma’ sürecinde, 66. maddeyi değiştirerek vatandaşlık tanımına etnik temelli ifadeler eklenmesi de gündeme gelecektir. Ancak, bu tür bir değişiklik, anayasanın ilk dört maddesinin ruhuna aykırıdır. Karşılaştırmalı anayasa hukuku, Alman, Fransız ve Yunan anayasalarında da benzer şekilde kapsayıcı bir ulus kimliği tanımı kullanıldığını gösteriyor. Örneğin, Alman Anayasası'nda geçen “Alman halkı” ifadesi, bir etnik grubu değil, devlete bağlılık temelinde şekillenen hukuki topluluğu ifade eder. Türkiye'de vatandaşlık tanımına “Kürt halkı”, “Çerkez halkı”, “Arap halkı” gibi etnik nitelikli ibarelerin dahil edilmesi ise, birleştirici değil ayrıştırıcı bir etki yaratacak; ortak aidiyet duygusunu zayıflatarak toplumsal dokuyu zedeleyecektir. Ayrıca uluslararası hukuk da bu konuda dikkat çekici örnekler sunmaktadır. 1933 tarihli Montevideo Sözleşmesi ile 1930'lu yıllarda Uluslararası Adalet Divanı'nın verdiği bazı kararlar, anayasal metinlerde birden fazla “halk” ya da “resmî dil” tanımının yer almasının, halkların kendi kaderini tayin hakkı taleplerine hukuki zemin oluşturabileceğini ortaya koymuştur. Kosova ve Bosna örneklerinde görüldüğü üzere, bu tür düzenlemeler zamanla ayrılıkçı hareketlerin meşruiyet iddialarını beslemiş ve ulusal bütünlüğü tehdit eden süreçlere kapı aralamıştır. Türkiye açısından böylesi bir anayasal revizyon, sadece hukuki bir sorun değil; aynı zamanda siyasi, toplumsal ve stratejik riskler taşıyan bir kırılma anlamına gelecektir.

Gerçek Çözüm Anayasa'nın 10. Maddesinin Tam Anlamıyla Uygulanmasında Yatıyor

   Anayasa değişiklik talepleri, bazen bir reform önerisi gibi sunulsa da, tarihsel ve uluslararası bağlamda dikkatli bir analiz gerektirmektedir. Kontrolü uzun yıllardır emperyalist ülkelerin elindeki örgüt üyelerinin ve milliyetçilik ya da dindarlık kisvesine bürünmüş kimi siyasi çevrelerin anayasa değişikliği talepleri, genellikle birden fazla halk, dil ya da özerk bölge tanımı üzerinden ilerlemektedir. Kosova’nın Sırbistan’dan ayrılması, anayasal değişikliklerle “kendi kaderini tayin hakkının tanınmasıyla mümkün olmuştur. Türkiye’de de benzer bir sürecin başlatılması, halklar arasında huzursuzluk çıkaracaktır.

   Anayasa’nın 10. maddesi, herkesin dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasî düşünce, felsefî inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayrım gözetilmeksizin kanun önünde eşit olduğunu açıkça belirtmektedir: “Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasî düşünce, felsefî inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir.” Bu hüküm, yalnızca teorik bir prensip değil; tüm vatandaşların haklara erişiminde ve kamu gücü karşısında eşit muamele görmesini amaçlayan, anayasal bir güvence olmalıdır. Bu madde, Türkiye’nin kapsayıcı ve eşitlikçi yapısını en net şekilde ortaya koymalıdır. Sorun, anayasayı değiştirmekte değil, mevcut hükümleri tam anlamıyla uygulamakta yatmaktadır. Eşitlik ilkesinin hayata geçirilmesi, devlet organlarının ayrımcılık yapmamasını ve her vatandaşa adil davranmasını gerektirir. Bu, anayasal bir reformdan çok, idari ve toplumsal bir dönüşüm meselesidir.

   Türkiye’nin mevcut anayasası, kapsayıcı ve eşitlikçi bir çerçeve sunmaktadır 42. ve 66. maddeler, ulusal birliği ve ortak vatandaşlık bilincini koruma amacı taşırken, 10. madde eşitlik ilkesini güvence altına almaktadır. Sorun, yeni maddeler eklemek ya da mevcut olanları değiştirmek değil, bu ilkeleri tam anlamıyla hayata geçirmektir. Anayasa değişiklikleri tartışılırken, tarihsel örnekler ve uluslararası hukuk göz ardı edilmemelidir. Türkiye, üniter yapısını ve ulusal birliğini korumak için, mevcut anayasasının ruhuna sadık kalarak, eşitlik ve adalet ilkelerini uygulamaya odaklanmalıdır. “Milli Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi” sadece anayasa kitapçıklarında değil; adaletin günlük hayatta karşılık bulduğu uygulamalarda ve vatandaşın adaleti hissettiği yerde başlayacaktır.