Son dönemde Ortadoğu’da yaşanan gelişmeler, Suriye’nin mevcut toprak bütünlüğünü ciddi şekilde tartışmalı hale getirmiştir. Bu gelişmeler yalnızca komşu ülkenin geleceğini değil, Türkiye’nin iç barış çabalarını ve güvenlik politikalarını da doğrudan etkileme potansiyeline sahiptir. Özellikle çözüm sürecine dair yürütülen yeni girişimler, bölgesel dinamiklerin baskısıyla zorlu bir sınavdan geçmektedir. ABD’nin izlediği Suriye politikası, bu sürecin yönünü tayin eden başlıca unsurlardan biri olarak öne çıkarken, federasyon taleplerinin artması ve sahadaki askeri hareketlilik Ankara’nın güvenlik kaygılarını daha da derinleştirmektedir.
Washington yönetiminin son açıklamaları, ABD’nin Suriye politikasındaki tavrını daha da netleştirmiştir. ABD’nin Suriye Özel Temsilcisi Tom Barrack, SDG/YPG’nin artık PKK ile organik bağlarının kalmadığını ve bir Amerikan müttefiki olarak değerlendirildiğini ifade etmiştir. Ancak bu açıklama, ciddi soru işaretlerini beraberinde getirmektedir. Zira örgütün Suriye’deki uzantısının “ilişkilerinden arındırılmış” şekilde sunulması, gerçekte stratejik bir manevra niteliğindedir. PKK’nın sözde feshi, örgütün sona erdiği algısını pekiştirirken aslında YPG’nin özerk yapısını güvence altına almakta; böylece Türkiye’nin sınır ötesi operasyonlarının meşruiyet zemini zayıflatılmaktadır. Bu yöntem, bir yandan sahte bir güvenlik algısı yaratırken diğer yandan Ankara’nın hareket alanını daraltmaktadır. ABD’nin Rojava olarak adlandırılan özerk bölgeyi açıkça koruma altına alması da bu stratejinin merkezinde yer almaktadır. Barrack’ın “YPG’ye yönelik bir harekât halinde karşınızda bizi bulursunuz” şeklindeki çıkışı, Türkiye’ye doğrudan bir meydan okuma niteliği taşımaktadır. Bu sürece Kanada’nın da eklenerek, yaptırımların kaldırılması için Şam yönetiminden Rojava’yı tanımasını şart koşması uluslararası baskıyı artırmış; 24 Ağustos’ta ABD ve YPG’nin sınır hattında gerçekleştirdiği dördüncü ortak tatbikat ise gerilimi daha da yükseltmiştir. Aynı dönemde İsrail’in, Türk ordusunun Suriye güçlerine eğitim vereceği noktalara yönelik hava saldırıları dikkat çekmiştir. İsrail Başbakanı’nın “Suriye’de kiminle karşı karşıya olduğumuzu biliyoruz, bu yüzden güç kullanıyoruz. Kendimizi kandırmıyoruz” sözleri de dolaylı biçimde Türkiye’yi hedef göstermektedir. Son haftalarda yaşanan gelişmeler, Suriye’nin parçalanma sürecini hızlandıran zincirin halkaları gibi birbirine eklenmiş; 25 Ağustos’ta ABD’nin Irak’tan çektiği birliklerin bir kısmını Suriye’ye kaydırması ise bu zincirin en kritik adımlarından biri olmuştur.
Dürzi toplumu da son haftalarda İsrail’in desteğiyle, bağımsız bir yapı oluşturma hedefiyle ordu kurma kararı aldı. Bu gelişme, Suriye’nin parçalanma sürecini hızlandıran önemli bir adım olarak değerlendirilmektedir. Tarih boyunca Ortadoğu’da dengeleri gözeten kapalı bir topluluk olarak bilinen Dürziler, son dönemde yaşanan kaos ortamında kendi güvenliklerini sağlamak adına radikal kararlar almaya yöneldi. Askeri örgütlenme girişimi, yalnızca Suriye merkezi otoritesinin daha da zayıflaması anlamına gelmiyor; aynı zamanda farklı etnik ve dini grupların kendi bölgesel yapılanmalarına yönelmesinin önünü açıyor. Böylelikle ülke, etnik ve mezhepsel çizgiler üzerinden daha da parçalanabilir bir yapıya sürükleniyor. Bu tabloya dair değerlendirmelerde bulunan Barrack, Associated Press’e yaptığı açıklamada, İsrail’in güçlü ve merkezi bir yönetim yerine parçalanmış ve bölünmüş bir Suriye’yi tercih ettiğini ifade etmiştir.
27 Ağustos’ta sahneye çıkan bir diğer önemli aktör ise Aleviler oldu. Orta ve Batı Suriye’yi temsilen kurulan yeni siyasi konsey, federasyon talebiyle uluslararası kamuoyuna seslendi. Aleviler bugüne kadar genellikle Esad rejiminin en güçlü dayanaklarından biri olarak biliniyordu. Ancak federasyon talebiyle ortaya çıkan bu yeni yapılanma, rejimle bağlarını yeniden tanımlama arayışında olduklarının işareti sayılabilir. Alevi toplumunun siyasi özerklik talebi, Suriye’deki mevcut dengeleri değiştirebilecek nitelikte olup, ülkenin gelecekte çok parçalı bir yapıya evrilme ihtimalini güçlendirmektedir. Bu federasyon talebi, Suriye PKK’sının özerklik girişimleriyle birleştiğinde, Suriye’nin kalıcı olarak bölünmesine giden yolu hızlandırabilecek niteliktedir.
Suriye'yi parçalamak için bölgedeki tüm fay hatlarının eşzamanlı olarak harekete geçirildiği görülmektedir. Güneyde Dürzi topluluklarını, kuzeyde ise SDG-PKK hattını devreye sokularak ülke mezhepsel ve etnik çizgiler üzerinden bölünmektedir. Bu stratejinin en çarpıcı boyutu, örgüt içerisindeki yönelimlerde açıkça görülüyor. Öcalan’ın “SDG İsrail’in kontrolünde” sözleri, kısa süre önce yeniden gündeme geldi. DEM Parti İmralı Heyeti üyesi Pervin Buldan ve avukat Özgür Erol’un 21 Nisan 2025’te İmralı’da gerçekleştirdiği görüşmeye dair notlar, Lozan Kürt Enstitüsü Başkanı Necat Zanyar tarafından sosyal medyada paylaşılmıştı. Bu notlarda Öcalan’ın, SDG’nin Tel Aviv eksenli bir çizgiye kaydığını vurguladığı yazıyor. Örgütün askeri kanadının başındaki Mazlum Abdi’nin Şam ile müzakere masasına oturmak yerine İsrail ile temasları öncelikli görmesi, Öcalan’ın sözlerini destekliyor. Bunun yanı sıra, Pervin Buldan’ın kamuoyuna aktardığına göre Öcalan son görüşmelerinde “Suriye ve Rojava kırmızı çizgimdir. Benim için orası ayrıdır” ifadesini kullanmıştır. Bugün yaşanan süreç, 1990’lı yıllarda Irak’ın kuzeyinde atılan adımlarla benzerlik taşımaktadır. O dönemde Barzani yönetimi, Türkiye’nin tüm itirazlarına rağmen fiilen inşa edilmişti. Benzer şekilde, Suriye’de de SDG/YPG/PYD üzerinden şekillenen PKK merkezli bir yapılanma ortaya çıkıyor ve bu kez Türkiye’nin sınırında kalıcı hale gelmek isteniyor. Böylelikle “dört parçalı” senaryonun ikinci halkası tamamlanıyor. Şimdi gözler İran’a çevrilmiş durumda; zincirin Türkiye’ye uzanıp uzanmayacağı ise Ankara’nın önümüzdeki dönemdeki tavrına bağlı. ABD’nin Lozan Antlaşması’nı doğrudan ya da dolaylı tanımaması ve İsrail’in parçalı bir Suriye’den yana tavır alması, bu projenin uzun vadeli bir bölgesel strateji olduğunu ortaya koyuyor.
Türkiye, önümüzdeki aylarda kritik bir yol ayrımına doğru ilerliyor. Ya Irak örneğinde olduğu gibi bu yapının varlığını zımnen kabullenecek ya da yıllardır dile getirdiği kırmızı çizgilerin arkasında kararlı bir şekilde durarak fiili adımlar atacak. Bu tercih yalnızca Türkiye’nin ulusal güvenliğini değil, aynı zamanda Ortadoğu’daki dengelerin seyrini de belirleyecek. Ancak mesele sadece dış politika ve sınır güvenliğiyle sınırlı değildir. Suriye’nin parçalanma süreci hız kazanırken, PKK’nın sadece göstermelik silah bırakması ve SDG’nin bölgesel güçler tarafından korunup desteklenmesi, Türkiye’deki çözüm sürecini doğrudan olumsuz etkileyecektir. Zira Ankara’nın iç barış arayışlarını sürdürebilmesi için, örgütün tüm unsurlarının ülke gözetmeksizin silahsızlanma yönünde somut adımlar atması beklenmektedir. Buna karşın, örgütün Suriye kolunun özerklik talebiyle güçlendirilmesi ve uluslararası meşruiyet arayışına sokulması, Türkiye’de güven eksikliğini derinleştirmekte ve çözüm sürecine duyulan toplumsal desteği zayıflatmaktadır. Dolayısıyla önümüzdeki dönemde Ankara’nın vereceği karar, yalnızca sınır ötesindeki gelişmelere değil, içerideki barış perspektifine de yön verecek niteliktedir.