Lübnanlaşma, bir ülkenin etnik, dini ve mezhepsel fay hatları boyunca bölünerek kaosa sürüklenmesini ifade eden bir kavramdır. Lübnan’ın 1975-1990 yılları arasındaki iç savaş deneyimiyle özdeşleşen bu terim, bugün Suriye için ciddi bir uyarı niteliğindedir. Yıllardır iç savaşın, dış müdahalelerin ve jeopolitik çekişmelerin kıskacında olan Suriye, emperyalist devletlerin isteği doğrultusunda fiilen parçalanmış bir coğrafyaya dönüşmüştür. Bu parçalanmışlık, sadece Suriye’nin değil, tüm Ortadoğu’nun istikrarını tehdit etmektedir. Özellikle İsrail’in, Suriye’nin güneyinde Dürzi toplumu üzerinden ve kuzeydoğusunda Kürt toplumu üzerinden özerk ve federal bölgeler oluşturma çabası, hem bölge halkları hem de bölgesel barış için ciddi riskler barındırmaktadır. Suriye’nin toprak bütünlüğünün korunması, yalnızca bir ulusal egemenlik meselesi değil, aynı zamanda Ortadoğu’nun uzun vadeli güvenliği için bir zorunluluktur.
Suriye’deki mevcut durum, Lübnanlaşma sürecinin tipik özelliklerini yansıtmaktadır. İç savaş, çeşitli emperyalist aktörler ve onların vekil unsurlarının kontrol ettiği bölgeler yaratarak ülkenin bütünlüğünü erozyona uğratmıştır. ABD kendi çıkarları doğrultusunda Suriye’nin farklı köşelerinde nüfuz alanları oluşturmuş, İsrail’in Suriye’nin güneyinde Dürzi, kuzey doğusunda ise Kürt toplulukları üzerinden özerk bölgeler oluşturma girişimleri, bu parçalanmayı daha da derinleştirmektedir. İsrail’in bu hamleleri, görünüşte bu toplulukların bağımsızlığını teşvik ediyormuş gibi sunulsa da, gerçekte bu bölgeleri kendi stratejik çıkarlarına hizmet eden birer uydu alanına dönüştürme hedefi gütmektedir. Örneğin, Suriye’de Süveyda ve Dera bölgelerinde Dürzi toplumu üzerinden tampon bölgeler oluşturma çabası, İsrail’in bölgedeki nüfuzunu artırma stratejisinin bir parçası olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu strateji sadece Dera ve Süveyda ile sınırlı kalmamaktadır; İsrail, yıllar önce Golan Tepeleri’ni ilhak ettiği gibi, şimdi de Kuneytra’dan Şam’a uzanan verimli su kaynakları ve tarım arazilerini Dürzi toplumu üzerinden kontrol altına almayı hedeflemektedir. İsrail’in Süveyda’nın doğusuna inmesi durumunda, PKK/YPG/SDG ile doğrudan bir karayolu bağlantısı kurarak kuzey doğudaki Kürt bölgeleri ile fiziksel bir köprü oluşturması mümkün hale gelecektir. Böylece asıl stratejik hedef gün yüzüne çıkmaktadır: Kuzey Irak’taki Erbil bölgesinden başlayarak PKK üzerinden İsrail’e uzanan bir enerji koridoru oluşturmak, bu yolla bölgedeki enerji kaynaklarını ve jeopolitik üstünlüğü kalıcı olarak kontrol altına almak. Bu durum, Dürziler ve Kürtler gibi tarih boyunca kendi kimliklerini koruma mücadelesi vermiş topluluklar için bir özgürlük vaadi değil, aksine dış bir gücün vesayeti altına girip birer kukla olmak anlamına gelmektedir. Bölge halklarının huzur ve barış içinde yaşama hakkı, bu tür müdahalelerle gölgelenmekte ve uzun vadede bu toplulukların bağımsızlığı değil, emperyalist ülkelere bağımlılığı artmaktadır.
Suriye’nin güneyinde, özellikle Süveyda ve Cebel Dürzi bölgelerinde son dönemde yaşanan gelişmelerle birlikte durum hızla kontrolden çıkmaktadır. Horan ovalarında on binlerce Arap aşiret mensubu yerinden edilmiş, sızdırılan görüntülerde çocuklara yönelik işlenen suçlar, aşiretlerin öfkesini kasıtlı bir şekilde tırmandırmaktadır. İsrail’in, Süveyda’daki Dürzi topluluklarını kışkırtarak hava desteği sağladığı ve İsrail’deki Dürzilerin bölgeye geçişine göz yumduğu iddiaları, gerilimi daha da arttırmaktadır. Bu hamleler, 1982 Lübnan işgalinde Hizbullah’ın ortaya çıkışına yol açan senaryoyu andırmaktadır. Netanyahu’nun, Şam’ın güneyinde rejim güçlerinin bulunmayacağına dair ültimatomu, bu bölgeleri İsrail’in kontrolü altına alma çabasının açık bir göstergesidir. Dahası, İsrail’in Şeyh (Hermon) Dağı’nı işgal ederek stratejik bir üstünlük sağlaması, şimdi de Lübnan’ın güneyinden Kuneytra’ya ve Malla’ya kadar uzanan bölgeyi “Dürzilere bağımsızlık” kisvesi altında ele geçirme planının bir parçası olarak görülmektedir. Eğer bu süreç devam ederse, Süveyda’daki çatışmalar kısa sürede içinden çıkılmaz bir hale gelebilir ve Suriye, Lübnan’ın kaderini paylaşabilir.
Suriye’nin kuzeydoğusunda, PKK/YPG/SDG kontrolündeki bölgelerde, yaşanan gelişmelerle bağlantılı bir şekilde hareketlilik artmaktadır. PKK’nın Suriye kolu olaran YPG/SDG, Rakka ve Deyrizor’dan ağır silahlarla donatılmış bir şekilde bölgeye geçiş hazırlığı yapmaktadır. Ayrıca YPG’nin kadın kolu YPJ’nin, uluslararası yardım kuruluşlarına çağrıda bulunarak Süveyda’ya inmeye hazırlandığına dair açıklamaları, bu senaryoyu güçlendirmektedir. Aynı süreçte, Gazze’deki binlerce kadın ve çocuğun katliamlara sessiz kalan BM heyetinin, Süveyda’da incelemelerde bulunarak bir “güvenlik koridoru” oluşturulması gerektiğini söylemesi, PKK/YPG/SDG nin bölgeye açıkça getirilmek istendiği şeklinde yorumlanmaktadır. Bu gelişmeler, İsrail destekli bazı Dürzi grupların bölgedeki kadın ve çocuklara yönelik katliamlar yaptığı iddialarıyla çelişmekte ve dünyaya ters bir propaganda sunulmaktadır.
Suriye’nin toprak bütünlüğünün korunması, bölgesel istikrar için kritik bir öneme sahiptir. Parçalanmış bir Suriye, etnik ve mezhepsel çatışmaların yeniden alevlenmesine zemin hazırlayacaktır. Lübnan’ın iç savaş yıllarında yaşadığı gibi, bu tür bir bölünme, yalnızca iç kaosu derinleştirmekle kalmayıp; aynı zamanda mülteci krizleri, sınır ötesi güvenlik tehditleri ve terör örgütlerinin güç kazanması gibi sorunları tetikleyecektir. Komşu ülkeler olan Türkiye, Irak, Ürdün ve Lübnan, bu kaostan doğrudan etkilenecek ülkeler arasındadır. Örneğin, Suriye’den kaynaklanan mülteci akınları halihazırda bölgedeki sosyal ve ekonomik dengeleri zorlarken, parçalanmış bir Suriye bu yükü katlanılmaz hale getirecektir. Suriye’nin bölünmesi, Türkiye ve Amerika destekli İsrail arasındaki jeopolitik çekişmeleri daha da körükleyerek Ortadoğu’da yeni çatışma hatları yaratacaktır.
Bu noktada, uluslararası toplumun ve bölge ülkelerinin Suriye’nin toprak bütünlüğünü koruma yönünde ortak bir irade sergilemesi şarttır. Suriye’deki tüm etnik ve dini toplulukların haklarını garanti altına alan, kapsayıcı bir siyasi çözüm aranmalıdır. Bu süreç, dış aktörlerin müdahalelerini asgariye indirmeyi ve Suriye halkının kendi geleceğini şekillendirmesine olanak tanımayı gerektirmektedir. Araplar, Türkmenler, Kürtler ve diğer topluluklar, dış güçlerin gölgesinde değil, eşitlikçi bir çerçevede bir arada yaşamalıdır. Türkiye açısından bakıldığında, Suriye’nin bölünmesi, sadece bir komşu ülkenin kaybı değil, aynı zamanda ulusal güvenliği doğrudan tehdit eden bir senaryodur. Özellikle Suriye Kürtleri meselesinde daha gerçekçi bir yaklaşım benimsemenin artık zamanı gelmiştir; aksi takdirde, Kamışlı’dan Süveyda’ya uzanan İsrail güdümündeki bir PKK/YPG/SDG koridoru, Suriye’yi tamamen parçalayacaktır.
Suriye, farklı kimliklerin bir arada yaşadığı bir mozaiktir. Bu mozaik, parçalara ayrıldığında sadece estetik değerini değil, aynı zamanda bir ulusun ruhunu yitirir. Toprak bütünlüğü, yalnızca bir harita üzerindeki sınırları değil, bir halkın ortak geleceğini koruma iradesini temsil eder. Suriye’nin birliğini sağlamak, yalnızca Suriyelilerin değil, tüm bölgenin ortak sorumluluğudur. Eğer bu sorumluluk yerine getirilmezse, Lübnanlaşma kabusunun gölgesi sadece Suriye’yi değil, tüm Ortadoğu’yu karanlığa boğacaktır. Uluslararası toplum ve bölge ülkeleri, Suriye’nin geleceğine dair kritik bir soruyla karşı karşıyadır: Suriye’nin toprak bütünlüğünü koruma iradesi güçlü bir şekilde ortaya konabilecek mi, yoksa tarih, bir başka Lübnanlaşma hikâyesini daha mı yazacak?