Türkiye, Ortadoğu’daki çok katmanlı güç mücadelesi ve emperyalist aktörlerin bölgedeki planları doğrultusunda, tarihsel öneme sahip kritik bir dönemeçten geçmektedir. Bu süreçte her zaman öncelikli olarak göz önünde bulundurulması gereken husus, Türkiye’nin iç meselelerinin uluslararası dinamiklerden bağımsız olmadığının bilincidir. PKK’nın 12 Mayıs 2025’te ilan ettiği silah bırakma ve örgütü feshetme kararı da bu bakış açısından değerlendirilmelidir. Yapılan bu açıklama halkın bir kesiminde toplumsal barışa dair umutları canlandırırken, diğer kesiminde haklı bir ihtiyatı pekiştirmektedir. Geçmişte, özellikle 1993, 1999, 2006, 2013 ve 2015 yıllarında çeşitli ateşkes ve silah bırakma açıklamalarında bulunuldu; ancak bu vaatler çoğu zaman ya kısa süreli ateşkeslerle sınırlı kaldı ya da somut bir çözüme ulaşılamadı. Yapılan son açıklama, örgütün kuruluşundan bu yana doğrudan ifade edilen en kapsamlı çözülme ve silah bırakma iddiasını ortaya koymaktadır. Ancak örgütün bölgedeki varlığı, lojistik hatları, diaspora bağlantıları ve Kandil–Sincar–Kuzeydoğu Suriye üçgenindeki fiili varlığı çözülmeden, bu beyanın gerçekliğe dönüşmesi teknik olarak zordur. Bu bağlamda, Kuzeydoğu Suriye’deki YPG/SDG yapılanmasının PKK ile ideolojik, kadrosal ve operasyonel düzeyde süreklilik arz eden ilişkisi, örgütün silahlı kapasitesinin yalnızca Türkiye sınırları içinden değil, çok aktörlü sınır ötesi ağlardan da beslendiğini ortaya koymaktadır. Unutulmamalıdır ki, 2024’te gerçekleşen TUSAŞ saldırısı, PKK’nın silahlı kanadı HPG tarafından üstlenilmiş olsa da, saldırganlar Suriye'deki YPG/SDG kontrolündeki bölgelerden Türkiye’ye giriş yapmış ve saldırı bu alanlarda planlanmıştır. Ayrıca ABD’nin daha önce gerçekleştirdiği tırlar dolusu silah yardımının yanı sıra, bu hafta YPG’ye sağladığı 130 milyon dolarlık mali ve askeri destek, PKK’nın silah bırakma kararının samimiyetine ilişkin soru işaretlerini daha da derinleştirmektedir. Öcalan’ın, Suriye’deki bu yapılara açık bir silahsızlanma çağrısı yapmaması, sürecin güvenilirliğine yönelik şüpheleri de güçlendirmektedir. Dahası, PKK’nın bazı ağır silahlarının ve kadrolarının YPG ve PJAK’a transfer ettiğine dair iddialar, silah bırakma sürecinin yalnızca bir “kılıf değiştirme” manevrası olabileceği kaygılarını artırmaktadır. Aynı şekilde, İran sınır hattında faaliyet gösteren ve PKK ile ideolojik ve yapısal bağlara sahip PJAK’ın varlığı da göz önüne alındığında, örgütün bölgesel düzeyde tamamen tasfiye edilmesinin yalnızca Türkiye merkezli bir güvenlik ve siyaset mühendisliğiyle mümkün olmayacağını ortaya koymaktadır. İran’ın PJAK karşısındaki ikircikli tavrı ve zaman zaman örgütü dengeleme aracı olarak kullanma eğilimi, Türkiye açısından ilave bir stratejik belirsizlik yaratmaktadır. Ayrıca, toplumun çekinceleri yalnızca geçmişteki kırılmalarla sınırlı kalmayıp, “hakikat ve adalet” başlıklarında ciddi bir yönsüzlük ve güvensizlikten de beslenmektedir. Niyetlerin samimiyeti, ancak şeffaf, tutarlı ve somut adımlarla ortaya çıkacaktır. Bu kritik eşikte, riskleri ve fırsatları soğukkanlılıkla değerlendirmek, Türkiye’nin ulusal birliğini ve bölgesel istikrarını güçlendirmek için vazgeçilmez bir öneme sahip olacaktır.

    PKK’nın 11 Temmuz Cuma 2025’te gerçekleştireceği sözde sembolik silah bırakması, örgütün kapsamlı ve kalıcı bir silahsızlanma sürecine geçişine dair somut bir takvim sunmamaktadır. Bu belirsizlik, sürecin güvenilirliğini sarsmakta ve toplum nezdinde artan bir kuşkuya zemin hazırlamaktadır. Bununla birlikte, süreç bölgesel düzeyde de ciddi riskler barındırmaktadır. Kuzey Doğu Suriye’de, Kuzey Irak’taki Barzanistan modeline benzer bir özerk yapının oluşturulması yönündeki çabalar, yalnızca Türkiye için değil; İran, Irak ve Suriye için de potansiyel bir istikrarsızlık kaynağı ortaya çıkaracaktır. Daha da endişe verici olan, bu yapıların zamanla ABD ve İsrail’in bölgesel çıkarlarına hizmet eden birer vekil güce dönüşerek, Ortadoğu’nun jeopolitik haritasını yeniden şekillendirme planlarının parçası haline gelme ihtimalidir. Bunun en büyük örneğini son günlerde yaşadığımız İsrail-İran çatışmasında görmek mümkündür. İran, Kuzey Irak’taki bazı grupların İsrail istihbarat servisi Mossad’a Isfahan’daki gizli nükleer tesisine yönelik saldırıda yardım ettiğini öne sürmüş ve karşılık vereceğini duyurmuştur. Öte yandan, İsrail’in İran’a yönelik saldırıları sırasında PJAK başta olmak üzere bazı yapılar kamuoyuna açık ayaklanma çağrıları yapmıştır. Bu çağrıların gelecekte daha organize, eşgüdümlü ve dış destekli eylemlere dönüşmeyeceğini kimse garanti edemez.

    Abdullah Öcalan, 2000’li yılların başından bu yana Murray Bookchin’in demokratik konfederalizm ideolojisinden ilham aldığını açıkça ifade ediyor. Kendisini Bookchin’in öğrencisi olarak tanımlayan Öcalan, yaptığı son açıklamalarda bağımsız bir devlet kurma hedefinden vazgeçtiğini ve bunun yerine yerel yönetimlerin güçlendirilmesine dayalı, merkezi devlet yapısını reddetmeyen bir model önerdiğini belirtiyor. Ancak bu söylemin sahada nasıl karşılık bulacağı, hem Türkiye’nin iç politik dinamikleri hem de bölgesel koşullar açısından kritik bir soru işareti. Öcalan’ın önerdiği model, eşit vatandaşlık ilkesi ile mi hayata geçecek, yoksa kelimeler ve kavramlarla oynanarak örtülü bir özerklik ya da federasyon mu talep ediliyor? Bu soru, sürecin samimiyetini ve sürdürülebilirliğini belirleyecek temel meselelerden biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Eğer bu model, Türkiye’nin üniter yapısını korurken, herkesin kendini eşit hissettiği, adalet ve hukuka güven duyduğu bir ortam oluşturabilirse, yıllardır çözüm bekleyen bu meselede yeni bir sayfa açma potansiyeli taşıyabilir. Ancak, eğer bu söylem, merkezi otoriteyi zayıflatmayı veya fiili bir bölünmeyi hedefleyen bir kılıf olarak kullanılırsa, toplumsal barış yerine yeni gerilimler doğuracaktır. Anayasa’nın 10. maddesi, herkesin dil, ırk, din, mezhep ya da benzeri sebeplerle ayrım gözetilmeksizin kanun önünde eşit olduğunu garanti etmektedir. Önemli olan, dışarıdan ithal edilen ideolojiler veya toplumun temel sorunlarına zerre katkı sağlamayan teoriler peşinde sürüklenmek değil; anayasanın bu maddesinin eksiksiz, kararlı ve tavizsiz şekilde uygulanacağının kesin olarak güvence altına alınmasıdır.

    Sonuç olarak, Türkiye, tarihi bir dönüm noktasında hem barışın hem de yeni risklerin kesiştiği hassas bir dengede duruyor. PKK’nın silah bırakma ve fesih kararı, geçmişteki gerçekleşmemiş vaatler nedeniyle temkinle karşılanırken, Ortadoğu’nun değişen jeopolitik dinamikleri bu süreci farklı kılıyor. Öcalan’ın ‘bağımsız devlet kurma hedefinden vazgeçtim’ ifadesi, eşit vatandaşlık temelinde bir toplumsal bütünleşme mi öngörüyor, yoksa örtülü bir özerklik veya federasyon hedefini mi kamufle ediyor? Suriye’deki YPG/SDG yapısı ve ABD’nin desteği, kamuoyunda ciddi endişeler doğururken, PKK’nın silahsızlanma sürecinin samimiyeti, somut ve denetlenebilir bir takvimle sınanacak.

    Bu sürecin gerçek niteliğini ve aktörlerin niyetlerini, zaman hepimize gösterecek.